Sigmund Freud’un aşk, cinsellik ve insan psikolojisi üzerine düşüncelerini bir araya getiren “Aşkın Psikolojisi” adlı eser, aslında Freud’un çeşitli makalelerinin bir araya getirilmiş bir derlemesidir. Bu yazılar ilk kez 1921 yılında İngilizce olarak “The Psychology of Love” başlığıyla yayımlanmıştır. Freud’un aşk ve cinsellik üzerine geliştirdiği psikanalitik bakış açısı, modern psikolojide uzun yıllar tartışma konusu olmuş ve günümüzde de önemini koruyan bir perspektif sunmuştur. Bu yazıda, kitabın temel fikirlerini, Freud’un aşkı nasıl yorumladığını ve psikoloji literatürüne olan katkılarını ayrıntılı biçimde ele alacağız.

Freud’un Aşk Anlayışına Giriş
Freud’a göre aşk, yalnızca duygusal bir deneyim değil, aynı zamanda bireyin bilinçdışı süreçleriyle yakından ilişkili bir olgudur. Ona göre aşkın temelinde, çocukluk döneminde şekillenen dürtüler ve bastırılmış arzular bulunmaktadır. Aşk, hem bireysel hem de toplumsal düzeyde işlevseldir; bireyler arasındaki bağları güçlendirirken, aynı zamanda toplumsal yapının devamlılığını da sağlar.
Freud, aşkın biyolojik, psikolojik ve kültürel boyutlarını bir arada değerlendirir. Ona göre sevgi, yalnızca romantik ilişkilerde değil; dostluklarda, aile bağlarında ve hatta toplumsal dayanışmada da kendisini gösterir. Fakat romantik ve cinsel aşk, psikanaliz açısından özellikle ilgi çekici bir alandır çünkü bilinçdışı arzuların en yoğun biçimde gözlemlendiği yer burasıdır.
Cinsellik ve Aşkın Psikanalitik Boyutu
Freud’un görüşüne göre aşk ile cinsellik birbirinden ayrı düşünülemez. İnsanların kurduğu ilişkiler, bastırılmış cinsel arzuların farklı biçimlerde dışavurumudur. Freud, aşkın gelişimini çocuklukta yaşanan Oidipus kompleksi ile ilişkilendirir. Çocuğun ebeveynlerine karşı duyduğu bilinçdışı arzular, ilerleyen yıllarda romantik ilişkilere yön verir.
Buna ek olarak, Freud aşkı iki temel kavramla açıklar: “Tenderness” (şefkat/sevecenlik) ve “Sensuality” (duyusallık/cinsellik). İdeal aşk, bu iki öğenin dengeli birleşiminden oluşur. Eğer bir ilişkide yalnızca şefkat varsa cinsel yön zayıf kalır; yalnızca cinsellik varsa, kalıcı ve derin bir bağ kurmak zorlaşır. Freud’un analizinde, aşkın sağlıklı biçimi bu iki unsurun bütünleşmesiyle ortaya çıkar.
Narsisizm ve Aşk
Freud, aşkın önemli bir yönünü narsisizm kavramı ile açıklar. İnsan, kendisini sevmeyi öğrenmeden başkasını sevemez. Ancak bu durum, bazı bireylerde narsistik aşk biçimlerinin ortaya çıkmasına neden olur. Narsistik aşk, kişinin kendisine benzeyen ya da kendisini yücelten bir partner seçmesiyle karakterizedir. Freud’a göre aşk, hem narsistik yönelimleri hem de başkalarına yöneltilen dürtüleri içerir.
Bu bağlamda Freud, insanların aşk nesnesi seçiminde dört temel eğilimden söz eder:
-
Kendi benzerine yönelme,
-
Olmak istediği kişiye yönelme,
-
Daha önce sevilmiş bir kişiyi anımsatan birine yönelme,
-
Bir ebeveyn figürünü temsil eden kişiye yönelme.
Bu eğilimler, bireyin bilinçdışı arzularıyla yakından ilişkilidir ve aşk ilişkilerinde tekrar tekrar ortaya çıkar.
Yasak Aşk ve Toplumsal Tabular
Freud, aşkın sadece bireysel bir deneyim değil, aynı zamanda toplumsal normlarla sürekli çatışma halinde olan bir olgu olduğunu savunur. Ona göre yasaklar, tabular ve kültürel kurallar, aşkın biçimlenmesinde önemli rol oynar. Yasak aşkların cazibesi, aslında bastırılmış dürtülerin bilinçdışından yükselmesiyle açıklanabilir.
Toplum, belirli kurallarla cinselliği sınırlandırır; fakat bireyin bilinçdışı bu sınırları aşmaya eğilimlidir. İşte bu noktada aşk, hem özgürleştirici hem de yıkıcı bir güç haline gelir. Freud’a göre, aşk ilişkilerinde yaşanan çatışmaların önemli bir kısmı, toplumsal normlarla bireysel arzular arasındaki bu gerilimden kaynaklanır.
Evlilik, Sadakat ve Aşkın Değişen Yüzü
Freud, aşkın evlilik kurumu içindeki rolünü de tartışır. Ona göre evlilik, toplumsal yapının korunması açısından önemli olsa da bireyin bilinçdışı arzularını her zaman tatmin edemez. Bu nedenle evliliklerde sadakatsizlik ya da doyumsuzluk gibi sorunlar ortaya çıkabilir. Freud, aşkın zamanla değişen bir yapıya sahip olduğunu ve ilişkilerde başlangıçtaki yoğun tutkunun zamanla yerini daha sakin bir sevgiye bıraktığını ifade eder.
Sadakat kavramı da Freud açısından sorgulanması gereken bir meseledir. Ona göre, sadakat toplumsal bir beklentidir fakat insan doğasının bilinçdışı boyutları her zaman bu beklentiyle örtüşmeyebilir. Bu durum, aşk ilişkilerinde gerilim ve çatışmaların kaçınılmaz olduğunu gösterir.
Aşkın Psikolojik İşlevleri
Freud’a göre aşk, yalnızca bireysel bir deneyim değil; aynı zamanda ruhsal dengeyi koruyan bir mekanizmadır. İnsan, aşk sayesinde hem narsistik ihtiyaçlarını hem de toplumsal bağlanma gereksinimlerini karşılar. Aşk, yalnızlık duygusunu hafifletir, bireye güven verir ve kimlik oluşumuna katkıda bulunur.
Ayrıca aşk, insanın yaratıcı gücünü de harekete geçirir. Sanat, edebiyat ve kültürel üretimlerin önemli bir kısmı aşkın farklı yüzlerinden beslenir. Freud’a göre aşk, bireysel mutluluk arayışının ötesinde, kültürün gelişiminde de temel bir itici güçtür.
Freud’un Görüşlerine Yöneltilen Eleştiriler
Freud’un aşk ve cinsellik konusundaki düşünceleri, modern psikolojide büyük yankı uyandırmış olsa da eleştirilere de maruz kalmıştır. Eleştirmenler, Freud’un aşkı fazlasıyla cinselliğe indirgediğini ve kültürel çeşitliliği yeterince dikkate almadığını savunmuştur. Ayrıca feminist psikologlar, Freud’un bazı görüşlerinin cinsiyetçi önyargılar içerdiğini ileri sürmüştür.
Buna rağmen, Freud’un aşk üzerine geliştirdiği psikanalitik yaklaşım, insan ilişkilerini anlamada hâlâ önemli bir referans noktasıdır. Onun ortaya koyduğu kavramlar, günümüzde yapılan araştırmalara zemin hazırlamış ve psikolojinin gelişiminde kalıcı bir etki bırakmıştır.
Günümüz Perspektifinden Freud’un Aşk Anlayışı
Bugünün psikolojisinde aşk, yalnızca Freud’un açıkladığı bilinçdışı dürtülerle sınırlı görülmez. Nöropsikoloji, evrimsel psikoloji ve sosyal psikoloji alanlarındaki araştırmalar, aşkın biyolojik, kimyasal ve toplumsal yönlerini daha kapsamlı bir biçimde ortaya koymuştur. Yine de Freud’un aşkı bilinçdışına bağlayan yaklaşımı, modern teorilerin çoğuna bir temel oluşturmuştur.
Örneğin, günümüzde aşkın beyindeki dopamin ve oksitosin gibi nörotransmiterlerle ilişkisi araştırılmakta, ancak aynı zamanda çocukluk deneyimlerinin aşk ilişkilerindeki rolü de kabul edilmektedir. Bu durum, Freud’un görüşlerinin hâlâ güncelliğini koruduğunu göstermektedir.
Sonuç
Sigmund Freud’un “The Psychology of Love” (Aşkın Psikolojisi, 1921) adlı eseri, aşkın insan ruhundaki derin kökenlerini açıklamaya yönelik önemli bir psikanalitik çabadır. Freud, aşkı yalnızca bireyler arasındaki romantik bir bağ olarak değil, bilinçdışı dürtülerle, toplumsal normlarla ve kültürel tabularla sürekli etkileşim içinde olan karmaşık bir olgu olarak yorumlamıştır.
Bu kitabı okuyanlar, aşkın sadece duygusal bir deneyim olmadığını; aynı zamanda insan ruhunun derinliklerine, çocukluk yaşantılarına ve bastırılmış arzularına uzanan çok katmanlı bir süreç olduğunu fark ederler. Freud’un görüşleri tartışmalı olsa da, aşkın psikolojisini anlamak isteyenler için vazgeçilmez bir referans olmaya devam etmektedir.
Yaklaşık bir asır önce kaleme alınmış olan bu metin, hâlâ insan ilişkilerinin en karmaşık duygusunu anlamak için güçlü bir pencere sunmaktadır. Freud’un perspektifi, hem bireysel hem de toplumsal düzeyde aşkın doğasını sorgulayan herkes için derinlemesine düşünmeye değer bir miras bırakmıştır.
Bir yanıt bırakın